Sevgili okurlar, epeyce zamandan beri düşündüğüm ve bugüne kadar da bir türlü sizlere yazımlamayı geciktirip ihmal ettiğimden dolayı bu konuda kendimi affetmiyorum!
Oysa ki “felsefe” konusu herkes için, güneş, hava, su ve yiyecek kadar önemlidir. Benim bu kadar önemli olan bir disiplin dalıyla tanışmam aşağı-yukarı 40 yıl öncesine rastlar. Bana kitap okumayı sevdiren ve şimdi soyadını hatırlayamadığım Türkçe öğretmenin Nadide hanımdı.
Aşağı-yukarı 1957’lerde başladığım kitap okuma serüvenim bu günlere kadar taşıdı beni… Felsefeyle ancak 1967’lerde tanışabildim. O günleri hiç unutmam; günde bir kitabın altından girip üstünden çıktım derler ya işte o türden okuyorduk.
1957’lerde okumaya başladığım ve çocukluğumun (gençlik yıllarımın) kitapları, Reşat Nur
Güntekin’in eserleri, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kitapları, Halide Edip Adıvar’ın eserleri. Fakir Baykut’un romanları; İnce Memed, Yılanların Öcü, Onuncu Köy…
Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in kitapları çok revaçta olanlardı. Ahmet Arif’in, Nazım Hikmet’in şiirleri, Enver Gökçe ve Atilla İlhan’ın şiirleri vb..
1961 Anayasası’nın açılımları, ülkemizin yabancı yazarların kitaplarıyla tanışmasının önünü açtı. 1960-1970 arası yabancı yazarlarla bolca tanışma… Önceleri roman türü (toplumsal içerikli) okumanın ağır basması ve arkasından da felsefe, mantık, siyaset bilimleri tarih, sosyoloji, ekonomi, antropoloji vb. çokça okunmaya başlandı.
Bu durum ülkemizde yeni bir dönemin habercisiydi aslında. Bilinçli-bilinçsiz haksızlığa karşı gelmenin ve bir hak aramanın zorunluluk olduğunu günlük yaşamın içinde öğrenmeye çalışıyordu. Özellikle de gençlik. Zaman zaman kabaran o küçük burjuva öfkesi gençliği, tabi ki doğrunun yanında yanlış yapmaya da sürüklüyordu. Yapılan hatalardan da geri dönüşün olmadığını bildiği halde yine vaz geçilmezliğin yolunu tutmuştu bir kere!
Doğrular ancak sınanarak öğrenilir metodunu uyguluyordu mücadelenin yükünü omuzlarında çekenler.
Herkes yaratıcı aklın, yaratıcı düşüncenin ve yaratıcı düşünmenin nasıl olacağını, ekmek yercesine çölde bir bardak suya hasretçesine arıyordu; arıyordu! Gece demeden, gündüz demeden kitap okuyordu, okumaya çalışıyordu. Bir şeyleri öğrenmenin, bir şeylere kavuşmanın sevdasıyla yanıp tutuşuyordu. Çoğumuz küçük burjuva sübjektivizmi olan saplantılarımızdan bir türlü kurtaramıyorduk kendimizi.
“Hareket ve olayları, düşünmenin yolları sabit, değişmeyen, sonsuz durağan, hareketsiz olduğu varsayılanı seyretme yerine, hareket eden, yaratan, var olan, kaçan, dönüşen, dövüşen, keşfeden, oluşan kavranması tek bir dünya, tek bir zaman, tek bir dil, tek bir beden, tek bir zihin arayışı yerine, çokluklarının imkanlarının araştırılması yanlış ta olsa hiç kimsenin doğruları arayacak vaktinin olduğunu zannetmiyorum!”
Her zaman için o haksızlıklara, sömürüye, adaletsizliğe karşı koymanın hıncıyla, ya yaşayacaksın ya da tezinden öleceksin anlayışı gizleniyordu. İşte o zamanlarda çok hızlı okumanın hem bir şeyler yapma arayışına kapılmanın öfkesinin altında yatan, en önemli nedenlerden birisinin de küçük burjuva sübjektivizmi olduğudur. (Devam edecek)