Ne zaman birinin “bu halimize şükür” dediğini duysam; hemen babamın, “bu halimize de şükür” dediği o an gelir aklıma. Ve acı acı gülümserim kendi kendime.
Nasıl acı acı gülmesin ki.
‘Ölmüşüz de ağlayanımız yok’ dedirtecek halimize “şükür” ediyorduk. Hem de Türkiye’nin en zenginlerinden birini örnek göstererek!
Yıllar, yıllar önceydi. Radyonun duyulmadığı, gazetenin bilinmediği, Ali okulunda okumuşların “akil adam” olarak kabul edildiği, sıhhiye eri olarak askerlik yapmış olanların “doktor” sanıldığı yıllardı.
Dağların orta yerine, yamalı çadırlardan kurulmuş bir oba görüntüsü veren bir köyde yaşıyorduk
Çoğu insan burayı “Allah’ın s...tir ettiği yer” olarak tanımlardı. Haksız da sayılmazlardı.
Gözümüzün gördüğü yer kadar bir dünyada yaşıyorduk. Hayallerimiz bile, gözümüzün gördüğü bu “dünya” dışına taşmazdı.
Nadir olarak ilçeye gitmiş görmüş olanlardan ve askerliğini yapanlardan duyduklarımızla ancak yeni, ufuksuz hayaller beslerdik.
Komşu köylere karınca yoluna benzeyen yollardan gidilerek ulaşılabiliyordu.
İlçeye gitmek isteyenler genellikle at, katır veya eşek sırtında gidilirdi. Şehre gidenler yalnız kendi ihtiyaçları için değil komşuların ısmarladıklarını da getirilerdi. Epey uzağımızdan geçen komşu köyün külüstür otobüsü ile gidenlerde olurdu. Otobüsü kaçırmamak için çok erken saatlerde yola çıkılır, çoğu kez tıka basa dolu olan otobüste, tek ayak üzerinde şehre varılırdı. Dönüşler ise daha çileli, daha yorucu olurdu
Kış geldiğinde ve her tarafı kar kapladığında komşu köylerle bile ilişkiler tamamen kesilirdi.
Bu aylarda hasta olanların işi tamamen Allah’a kalır, herkes kaderine razı olurdu.
Yetişkinler içinde okur-yazar sayısı yok denilecek kadar azdı. Birkaç yetişkin ise Arapça yazıları sadece okurlardı.
Köyümüze göre daha büyük ve daha merkezi olan komşu bir köyde tek sınıflık derme çatma bir okul vardı. Tüm öğrenciler tek sınıflı bu okulda ders görürdü. Bizim köyden de 5-6 öğrenci bu okula gelirdi. Bir eğitim yılı boyunca toplam ancak birkaç ay derse girilirdi. Okulun bitişiğindeki evde de öğretmen kalırdı. Köye gelen öğretmen evli ise ve eşi de ebe ise, bundan en çok köylü kadınları memnun olurdu.
Gazetenin ne olduğunu genç bir öğretmen sayesinde öğrendik. İlçede gazete olmadığı için, öğretmenimiz ancak vilayete gittiği zaman gazete getirirdi. Onu da hiçbirimizin okuma şansı olmazdı.
Radyonun ne olduğunu ise hiç kimse hayal bile edemiyordu. En son askerden gelen bir köylümüz anlatmıştı da çoğu insan inanmamıştı ona. “Gavur icadı…”, “şeytanın işi…” diyenler, hatta karşı çıkanlar oldu.
Kışın kar yağıp yollar kapandığında veya öğretmen gelmediğinde, sınıf başkanı öğrencilere ders verirdi.
Köyde hemen herkes yaz kış adına cızlavut dediğimiz lastik ayakkabı giyerdik. Kadınlar ise genellikle ya ökçeli lastik ya da naylon ayakkabı giyerdi. Ankara lastiğinin yerini daha ucuz ve daha bol bulunan kara lastik aldı.
Anamız, gidip geldiği her yerde çalılara takılmış koyun yünlerini toplar, eğirir, öncelik sırasına göre bizlere çorap örerdi.
Ailede yamalı elbise giymeyen hemen yok gibiydi. Büyüyenin giyeceği, bir alt küçüğe giydirilirdi.
Tepelerde keven bitkisi, ağaç dallarında kargadan ve serçeden başka kuş görmezdik.
Köyün ekili arazisi yok denilecek kadar azdı. Olanlarınki ise tepelerin bayırında birkaç dönümlük yerden fazla değildi. Bizim de iki tane birkaç dönümlük yerimiz vardı. Oraya da genellikle arpa ekilirdi. Bazı ailelerin o kadarı da yoktu. Tarlası olmayanlardan kimileri yarıcılık yapar, ameleliğe gider, çobanlık yapar… Ne iş bulsa çalışırlardı.
(DEVAMI VAR)