Ortadoğu, yine ateşin ortasında. İsrail’in İran’a yönelik doğrudan saldırısıyla başlayan ve bugün 11. gününe giren savaş, sadece iki ülke arasında değil; tüm bölgeyi etkileyecek nitelikte. ABD’nin B-2 bombardıman uçaklarıyla İran’daki nükleer tesislere gerçekleştirdiği saldırı, krizi yeni bir evreye taşıdı. Bu gelişmeler, yıllardır konuşulan ama ertelenen bir soruyu yeniden gündeme taşıdı: Ortadoğu’da barış mümkün mü?
İran ile İsrail arasındaki örtülü savaşlar aslında yıllardır Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta ve Gazze’de sürüyordu. Ancak 13 Haziran’da İsrail’in İran’a ait nükleer ve askeri tesislerine yönelik doğrudan saldırısıyla bu savaş ilk kez aleni ve simetrik bir çatışma halini aldı. Bu saldırıda İran’ın üst düzey komutanları ve bilim insanları hayatını kaybetti. İran’ın buna misillemesi gecikmedi. Tel Aviv ve Hayfa’ya yönelik füze saldırıları, İsrail’in güvenlik doktrininde kırılma yarattı. Karşılıklı saldırılarla genişleyen bu çatışma artık sadece iki ülkenin değil, tüm bölgenin savaşı haline geldi.
10.günün sabahında ABD’nin devreye girmesi, savaşın seyrini değiştirdi. B-2 hayalet bombardıman uçaklarıyla İran’ın Natanz ve Fordow’daki nükleer tesislerine yapılan saldırı, yalnızca İran’ı değil, uluslararası sistemi de derinden etkiledi. Bu saldırılar, diplomasiye alan açmak yerine, askerî tırmanmayı derinleştirdi.
ABD’nin amacı İran’ın nükleer silah üretimini durdurmak görünse de, İran’ın cevabı muhtemelen Körfez’deki ABD üslerine ya da İsrail kentlerine yönelik daha sert ve doğrudan olacaktır. Böylece savaş, artık dördüncü bir düzleme taşındı: İsrail – İran – vekil aktörler – ve şimdi doğrudan ABD.
Aslına bakarsanız İran, ABD için nükleer silahlanma açısından bir tehdit değil. Zira İran, nükleer silahsızlanmanın sağlanması amacı ile 1968 yılında imzaya açılan, kısa adı NPT (Treaty on the Non-proliferation of Nuclear Weapons) olan anlaşmaya imza atmış bir ülke. Asıl ilginç olan ise, İran’ın nükleer silahlanması tehlikesini ortadan kaldırma rolünün anlaşmaya imza atmamış İsrail’e verilmesi. Bu çelişki dahi asıl meselenin nükleer silahlanma olmadığını ortaya koyuyor.
Yapılan saldırılar İran’da rejim algısını Batı’ya karşı daha da sertleştirmiş durumda. İran iç kamuoyu bu savaşı bir ‘varoluş mücadelesi’ olarak görüyor.
Barış artık sadece “iyi niyetli temennilerle” ulaşılabilecek bir hedef değil. Çünkü savaş, tüm tarafların kırmızı çizgilerini geçmiş durumda. Bu tablo, bölge halkları için trajedi; silah endüstrisi ve bazı küresel stratejistler için ise “kontrollü kriz yönetimi”. Ancak gerçek şu ki, bu kriz artık kontrol edilemeyecek boyutlara ulaşıyor.
İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidi, enerji güvenliğini tehdit ederken; Hizbullah’ın kuzey İsrail’e yönelik saldırı hazırlıkları, Lübnan’ı savaşa çekiyor. Boğazın kapatılması kararı İran Meclisi’inde onaylandı. Son karar Hamaney’in.
Hürmüz Boğazı’nın kapanma ihtimali dahi petrolün varil fiyatını çok ciddi etkiledi. Türkiye’de benzin ve mazotun litre fiyatı 50 lirayı geçti. Hürmüz Boğazı’ndan günde 17-20 milyon varil petrol geçiyor. Bu, dünya petrol arzının % 20’si. Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt ve BAE’nin ihracatı bu boğaza bağlı. Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler bir yandan tansiyonu düşürmeye çalışıyor, diğer yandan İran’ın yayılmacı politikalarına karşı Batı bloğuyla iş birliğini artırıyor.
Savaş, Türkiye’nin askeri kapasitesine ilişkin yeterlilik ve savunma alanındaki hazırlık düzeyine dair tartışmaları da yeniden gündeme taşıdı. Yaşanan çatışmalar hava savunma sisteminin ne kadar kıymetli olduğunu gözler önüne serdi. Rusya ile yakınlaşma politikası sonucu alınan ve akıbeti bilinmeyen S-400 hava savunma bataryaları yüzünden ortağı olduğumuz F-35 projesinden atılmıştık. İsrail’in saldırılarında kullandığı F-35 uçaklarının savaştaki performansı, F-35’in hava sahası hakimiyetinde ne kadar önemli olduğunu göstermiş oldu. Gelinen noktada ne doğru düzgün bir hava savunma sistemimiz ne de caydırıcı bir saldırı uçağımız var. Savaşa bu koşullarda yakalandık.
Bu koşullarda Türkiye’nin elindeki en büyük araç, diplomasi. Bu süreçte Türkiye’nin rolü kritik. Hem İran hem İsrail ile iletişim kurabilen nadir ülkelerden biri olan Türkiye, bir yandan diplomasi çağrısı yaparken diğer yandan bölgesel güvenliğin yeniden inşasında arabulucu rolüne hazırlanıyor. Ancak bu rol, sadece çağrılarla değil, kararlı ve tarafsız bir bölgesel diplomasi inisiyatifiyle mümkün olabilir.
Peki Ortadoğu’da barış mümkün mü? Bu sorunun yanıtı, bugün her zamankinden daha zor. Çünkü sadece iki ülke değil, ideolojiler, çıkar blokları, vekil aktörler ve nükleer denklemler karşı karşıya. Ancak savaşın yayılması, kaçınılmaz olarak barış masasına duyulan ihtiyacı artıracaktır.
Barış, ancak üç temel koşulla mümkün olabilir:
1. Bölgesel caydırıcılık dengesi yeniden kurulmalı.
2. Küresel aktörler çifte standarttan vazgeçmeli.
3. Halkların sesi, liderlerin önüne geçmeli.
Uluslararası örgütlerin etkisizliği ve çifte standardı barış umudunun yitirilmesine sebep olsa da, bu savaşın sürdürülemez olduğu açık bir gerçektir.
Barış bazen savaşın bittiği yerde değil, savaşın artık hiçbir tarafa kazandırmadığı yerde başlar. Ortadoğu, tam da o eşiğe hızla yaklaşıyor. Sorun şu: Bu eşiği görüp frene basacak bir irade var mı?