Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde 203 ülkenin koronavirüs salgınından etkilendiğini duyurdu. Bu açıklamaya göre koronavirüs salgınıyla mücadele konusu, tüm dünyanın bir numaralı gündem maddesini oluşturuyor.
Hepimiz ister istemez virüsle yatıyor, virüsle kalkıyoruz. Görünmeyen ve özellikleri henüz yeterince bilinmeyen tehlike o kadar büyük boyutlara ulaştı ki, Amerika, Rusya, Almanya gibi süper devletler bile kovid-19 virüsüyle savaşımda çaresizlik içerisine düştüler. Ancak mikroskop altında görülebilen küçücük bir virüs, daha şimdiden dünyanın çeşitli yerlerinde sürmekte olan düşük yoğunluklu savaşlarda öldürülen insanlardan daha fazla insanın ölümüne neden oldu.
Hala da, sınır ve sınıf farkı gözetmeden, zengin fakir, resmi sivil ayrımı yapmadan öldürmeye devam ediyor. Doğaldır ki, insan yaşamından ve sağlığından daha değerli hiçbir şey yoktur.
Can aziz, hayat tatlı ve ömür de kısa olduğu için hepimiz önce can derdindeyiz. Canımızla ve sağlığımızla ilgili konulara odaklanmış durumdayız. Ama gelin görün ki, uygarlık tarihi süreci boyunca bugüne kadar eşi ve benzeri görülmemiş olan bu salgın, aynı zamanda küresel düzeyde dünya ekonomisini de temellerinden sarmaya devam ediyor. Ne zaman sona ereceği ve ne gibi zararlara yol açabileceği şimdilik öngörülemeyen bu salgının ekonomik etkileri çok derin olabilir.
Geçtiğimiz günlerde, beğenelim beğenmeyelim dünya ekonomisine yön veren kuruluşlardan IMF’in başkanı, dünya ekonomisinin hızla bir resesyona yani, durguluğa doğru sürüklendiğini, 2020 ve 2021 yıllarında dünya ekonomisinin küçüleceğini duyurdu. Bununla sanki ağız birliği etmiş gibi FED Başkanı ve Dünya Bankası Başkanı da aynı durgunluk açıklamasını yaptılar.
Şu ya da bu şekilde bu salgın elbet bir gün sona erecektir. Bu nedenle, salgından sonra normal toplumsal ve ekonomik yaşama, çok büyük sarsıntılar geçirmeden devam edebilmenin hazırlık ve planlarını daha şimdiden yapmamız gerekmektedir. Belirtilen planlamalar yapılırken yukarıdaki açıklamalar, dünya gerçekleri ve ülkemiz gerçekleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Amerika, Kanada, Almanya, İngiltere, İspanya gibi ülkelerin devlet başkanları işsiz kalan vatandaşlarını aylık 2 bin dolar gibi ücretlerle aylığa bağladılar. Söz konusu bu uygulama, anılan ülkelerin zengin olmaları yanında, salgından sonra toplumsal ve ekonomik düzenlerini kaldığı yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam ettirebilme düşüncesine de dayanmaktadır.
Salgının yaşandığı ülkelerde hastalığa yakalanan insanlar işgüçlerini kaybediyorlar. Böylece bunların ekonomiye olan katkıları ortadan kalkıyor. Salgın hastalığın yaygın bir şekilde yaşandığı ülkelerde ortama bir tahminle nüfusun yüzde ellisi üretim ve tüketim ortamlarından çekilmek zorunda kalıyorlar. Bu çekilme üretim süreçlerini aksattığı gibi çok büyük oranlarda talep daralmasına da neden oluyor.
Böylelikle, ekonomi dilinde durgunluk adını verdiğimiz hastalıklı durum ortaya çıkıyor. Durgunluk demek, çok sayıda firmanın iflas etmesi ve batması demektir. Bu firmalarda çalışan işçilerin işsiz kalması demektir. Ne yazık ki bu olgu, salgın öncesi ülkemizde zaten çok yüksek oranlarda seyreden işsizliğin daha da artarak katlanacağı anlamına gelmektedir.
Yaşanan salgın hastalık bizlere, özel olarak sağlık sisteminin, genel olarak ise kamu kesiminin etkin ve verimli olarak çalışamadığını gösterdi. Bazı sektörlerin verimli çalışabilmesi için devlet müdahalesinin gerekli olduğu anlaşıldı.
Kapitalizmin beşiği sayılan Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde bile devlet, ekonomik ve sosyal yaşamda bugüne kadar hiç olmadığı kadar büyük bir rol oynamaya başladı. Ekonomi çarklarının eskiden olduğu etkin ve verimli bir şekilde döndürülebilmesi için devlet ile özel sektörün eşgüdümü gereklidir. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında olduğu gibi, toplusal kalkınmayı esas alan planlı karma ekonomik model tercih edilmelidir.
Günümüzün gerçeklerine uygun ve günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek kamucu politikalar izlenmelidir. Zaten çökmüş olan inşaat sektörünü ekonominin motoru yapma anlayışından ve ithalata dayalı tüketim ekonomisinden vazgeçilmelidir.
Reel sektör yani sanayi kesimi desteklenmeli ve her alanda üretim ekonomisine geçilmelidir. Yeni istihdam alanları yaratılarak çalışabilir durumdaki genç nüfus üretime döndürülmelidir.
Salgın sırasında ya da sonrasında sosyal mesafe kuralları birkaç yıl daha devam edeceğinden cafe, bar ve restaurant gibi kalabalığa dayalı işletmeler tamamen farklılaşıp büyük bir dönüşüme uğrayacaklardır.
Ayrıca yaşanan psikolojik travma nedeniyle, aşı bulunsa dahi turizm sektörünün, önümüzdeki üç, dört yıl içinde kendini toparlayabilmesi oldukça zor görülmektedir. Asıl üretim açığı tarım ürünleri alanında ortaya çıkacaktır. Türkiye tarım ürünleri ithalatında çok büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Birkaç gün önce Rusya, buğday ihracatını durdurduğunu açıklamıştır. Türkiye’nin yalnız bu ülkeden 8 milyon ton buğday ithal ettiği düşünülürse, daha şimdiden 8 milyon ton buğday açığımız var demektir. Bugüne kadar uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle tarımdaki bu üretim azalmasının daha uzun yıllar devam edeceği tahmin edilmektedir.
Bu sorunun giderilmesinde belediyeler önemli roller oynayabilirler. Örneğin, geçmişte devlet tarafından kurulan ve işletilen “Devlet Üretme Çiftlikleri” ne benzer “Belediye Üretme Çiftlikleri” kurup işleterek hem üretici belediyecilik yapabilirler, hem istihdam yaratabilirler ve hem de yerel halkın gıda ihtiyacının karşılanmasına çok büyük katkılar sağlayabilirler.
Celal TEZEL
E. Öğr. Gör. Uzm.