Son günlerde, pandeminin ulaştığı boyutlar, aşı tartışmaları, karantina kısıtlamaları, hayat pahalılığı ve buna benzer güncel sorunlarla boğuşurken belki de çoğumuzun dikkatlerinden kaçmış olabilir.
Geçtiğimiz hafta, bir kamuoyu araştırma şirketimizin her ay düzenli olarak yaptığı “Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” anketinin sonuçları açıklandı. Bu sonuçlarla birlikte, Türk halkının birinci öncelikli sorun olarak ekonomiyi, ikinci sorun olarak Covid-19 salgınını, üçüncü sorun olarak işsizliği gördüğü; terör, eğitim, adalet ve siyasal yönetim gibi sorunların bunların ardından sıralandığı ortaya çıktı.
Burada ilginç olana konu, ekonomik sorunların, Covid-19 salgınının önüne geçmiş olmasıdır. Bu sonuç şunu göstermektedir ki halkımız, can derdini unutmuş, geçim derdine düşmüştür. Ekonomik sorunlar birinci öncelikli gündem maddesi haline gelmiştir. Gerçekten de ülkemizin gidişatına baktığımızda, Covid-19 salgını başlamadan önce de ekonomide işlerin iyi gitmediği biliniyordu. Türkiye, dünyanın öteki ülkeleri gibi salgına hazırlıksız yakalandı. Ancak aradan geçen bir yıla yakın zaman içerisinde dünyanın öteki ülkelerinden farklı olarak ekonomisini pandemi koşullarına uyarlı hale getiremedi. Sanayici, çiftçi gibi üretici kesimlere yeterli destekleri veremedi.
Çalışanlara ve yoksul halk kesimlerine istenen düzeyde sosyal destekler sağlayamadı. Ekonomide aynı sorunlar, aynı şekilde yaşanarak bugünlere gelindi. Ekonominin pek çok yapısal sorunu katlanarak büyüdü. Tabii, insanların büyük ya da küçük topluluklar oluşturdukları her yerde ortaya çıkan ilk ve temel faaliyet, ekonomik faaliyettir. Türkiye, 83 milyon nüfusa sahip büyük bir ülkedir.
Dünyanın 17. Ekonomisini oluşturmaktadır. Böyle bir ülkede ekonomik faaliyetler elbette ki tamamen durmaz. Kendi iç ve dış dinamiklerine göre çarklarını döndürür. Burada ekonomide işlerin iyi gitmemesinden ve ekonomik yakınmalardan anlamamız gereken, ekonominin tamamen çöktüğü veya iflas ettiği değil, ekonomik sistemin olması gereken, istenen refah düzeyini bir türlü sağlayamamasıdır.
Yoksa ekonomik faaliyetler şu veya bu şekilde varlığını sürdürür. Burada aslolan etkin, verimli ve üretken bir ekonomiyle toplumsal kalkınmanın sağlanması ve halkın refah düzeyinin ve yaşam standartlarının yükseltilmesidir. Türkiye ekonomisinin öncelikli sorunu, bir toplumda sadece ekonomik alanda değil, aslında her alanda olması gereken ilk ve temel denge olan “nimet-külfet” dengesinin bozulmuş olmasıdır. Yani bu “nimet-külfet” dengesi; bir kişi bir şeyin külfetine ne kadar katlanıyorsa, onun nimetlerinden de o oranda yararlanması gerektiğini ifade eder. İşte Türkiye ekonomisinde asıl bozulmuş olan denge bu “nimet-külfet” dengesidir.
Geceli gündüzlü çalışarak bir şeyler üretmenin külfetine katlananlar emeklerinin karşılığını alamamakta, hatta bazen zarar etmekte, buna karşın hiçbir şey üretmeden, hiçbir külfete katlanmadan kâğıt üzerinde bir takım ekonomik oyunlar oynayanlar ise akıl almaz karlar elde edebilmektedirler. “Nimet-külfet” dengesinin bozuk olduğu toplumlarda hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız, adaleti sağlayamazsınız, üretici kesimleri yeterince motive edemezsiniz. Aksine onları küstürerek üretimden uzaklaştırırsınız. İşte ülkemizde sanayicilerin ve çiftçilerin büyük bir bölümünün üretimden çekilmelerinin en önemli nedenlerinden birisi de budur. O halde yapılması gereken ilk şey ve atılması gereken ilk adım, bu “nimet-külfet” dengesinin yeniden tesis edilmesini sağlamak olmalıdır. Türk ekonomisinin ikinci derecede öncelikli temel yapısal sorunlarından birisi de “gelir ve servet dağılımı” bozukluğudur. Türkiye, üyesi olduğu OECD ülkeleri arasındaki sıralamada, gelir ve servet dağılımının en bozuk olduğu ülkeler arasında yer almaktadır. TÜİK tarafından açıklanan 2020 yılı istatistiklerine göre nüfusun en yüksek gelirine sahip %20’lik kesimi, milli gelirimizin % 47,6’sını, nüfusun en düşük gelire sahip %20’lik kesimi ise, milli gelirimizin % 6,1’ini alabilmektedir. Nüfusun geriye kalan % 60’lık kesiminin payına ise milli gelirden geriye kalan % 46,3’lük gelir düşmektedir. Gelir ve servet dağılımının bu kadar dengesiz, bozuk ve adaletsiz olduğu ülkelerde toplumsal barışı, huzur ve güven ortamını sağlamak oldukça zordur. Öteki kamu hizmetlerinin yeterince yapılabilmesi, toplumsal kalkınmanın ve belli bir refah düzeyinin sağlanması da adeta imkânsız gibidir.
Nedense pek üzerinde durulmuyor? Bazen muhalefet partisi sözcüleri şöyle bir değinip geçiyorlar ama Türkiye ekonomisinde acil yapılması gereken en önemli değişikliklerden birisi de “gelir ve servet dağılımı reformu” yapmaktır. Böylelikle gelir dağılımı, dengeli, adil ve nispeten eşit hale getirilmelidir. Bireylerin milli gelirden aldıkları paylar mutlaka yükseltilmelidir. Pek ilgisiz gibi görünür ama bir ülkede demokrasinin iyi işlemesiyle, gelir dağılımı ve kişilerin milli gelirden aldıkları payların yüksekliği arasında doğrudan bir ilişki vardır. Milli gelirin dengeli, adil ve nispeten eşit dağıtıldığı ve milli gelirden kişi başına düşen payın 20 bin doların üzerinde olduğu ülkelerde demokrasinin daha iyi geliştiği görülmektedir. Türkiye’de hem gelir dağılımı bozuktur ve hem de milli gelirden kişi başına düşen pay 8 bin dolar civarlarında takılıp kalmıştır.
Ülkemizdeki toplumsal şiddet, kadın cinayetleri, uyuşturucu kullanma alışkanlığının yaygınlaşması, boşanmaların ve suç oranlarının artması gibi sosyal sorunların oransal olarak yükselmesinin en önemli nedenlerinden birisi de yine bu gelir dağılımı bozukluğudur. Türk ekonomisinin üçünce derecede öncelikli temel yapısal sorunlarından bir başkası da milli gelirin dış borçları karşılama oranıdır.
Yine TÜİK tarafından açıklanan istatistikî rakamlara göre, Türkiye’nin 2020 yılı milli gelirinin dış borçlar karşılama oranı % 62’dir. Yani bu demek oluyor ki, Türkiye hiçbir yatırım, ödeme ve harcama yapmadan milli gelirinin tamamını dış borçlarına ödese bile yine de borçlarının tamamını ödeyememektedir. Bu oran düzeltilip, kabul edilebilir bir düzeye indirilmeden Türkiye yatırım yapılabilir bir ülke haline getirilemez. Sosyal çalkantıların önüne geçilemez. İşsizlik gibi, artık neredeyse ekonomik ve sosyal bir faciaya dönüşmüş olan kronik sorunların üstesinden gelinemez. Türkiye ekonomisinde daha pek çok yapısal bozukluklar vardır. Ancak tüm bu olumsuzluklarla baş edilebilmesi için öncelikle, ithalata ve dışa bağımlı tüketim ekonomisinden vazgeçilmeli, karma ekonomiye, planlı kalkınma modeline ve öz kaynaklara dayalı üretim ekonomisine geçilmelidir.