Pandemi nedeniyle konulan yasaklar dolayısıyla Türkiye genelinde üç yıldır; Van gibi bazı illerde ise, altı yıldır meydanlarda kutlanamayan 1 Mayıs Dünya Emekçilerinin Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü, geçtiğimiz 1 Mayıs Pazar günü geniş katılımlı törenlerle meydanlarda kutlandı.
Bu gösteriler, renkli, müzikli, danslı, halaylı ve bir hayli eğlenceli gösterilere sahne oldu. İstanbul’daki törenlerin adresi Maltepe Meydanıydı. Ankara’daki törenler ise, 2015 yılında ismi değiştirilerek Anadolu Meydanına çevrilen Ankara’nın simgeleşmiş meydanlarından Tandoğan Meydanında yapıldı. Bu yıl, başta büyük şehirlerimiz olmak üzere pek çok il ve ilçemizde 1 Mayıs Törenleri düzenlendi. Bu yılki törenlerde korkulanın ve bazı çevrelerce öngörülenin aksine ciddi sayılabilecek asayiş olayları meydana gelmedi. Törenlere katılan topluluklar, hiçbir taşkınlık yapamadan, büyük bir olgunlukla dağıldılar. Evlerine, işlerine ve günlük yaşamlarına döndüler. Bir tek İstanbul’da, törenlere kapatılmış olan Taksim Meydanına girmek isteyen kimi küçük gruplarla güvenlik güçleri arasında bazı küçük itiş kakışlar yaşandı. Bu itiş kakışlar sonrasında bazı gözaltılar oldu.
İlk bakışta, 1 Mayıs törenlerinin Taksim Meydanında yapılması ısrarı, kimilerince haksız, mantıksız ve sorumsuz bir eylem gibi görülebilir. Ancak, özellikle 1977/1 Mayısındaki kanlı olaylar nedeniyle, artık ismi 1 Mayıs’la özdeşleşmiş olan Taksim Meydanı; burada kaybedilen canlar ve yaşanan çok acı olaylar dolayısıyla işçi sınıfının hafızasında çok derin izler bırakmış ve adeta 1 Mayıs’ın simgesi haline gelmiştir. Bu özellikleri nedeniyle, kanaatimce doğal ve normal olarak, İstanbul’daki törenlerin Taksim Meydanında yapılmasına izin verilmesi gerekiyordu. Ancak, her nedense siyasi ve idari yöneticiler buna izin vermemişlerdir. Şöyle bir düşünecek olursak; İstanbul’daki kutlamalar, Maltepe Meydanında değil de Taksim Meydanında yapılsaydı, acaba sonuç ne olurdu? Kanımca yer yerinden oynamaz, kıyamet kopmaz, merkezi devlet otoritesi sarsılmaz ve Maltepe Meydanındaki miting nasıl sonuçlanmışsa, Taksim Meydanındaki toplantı ve gösteriler de yine aynı şekilde sonuçlanırdı.
Sonuçlar açısından iki meydan arasında kesinlikle çok büyük bir farklılık ortaya çıkmazdı. Böyle bir durumda hiç olmazsa; şimdi olduğu gibi, bazı politikacılar ve toplum kesimleri arasında herhangi bir Taksim Meydanı polemiği de yaşanmazdı. 2022/1 Mayıs’ı artık iyice göstermiştir ki, bu konuda toplumumuz çok ciddi bir olgunluk düzeyine erişmiştir. Yasaklar ve dışarıdan yapılan bazı fiziki saldırılar olmayınca büyük topluluklar, 1 Mayıs’ları, bir bayram ve şenlik havasında kutlayabilmektedirler. Umalım ki, bu yılki gösteriler somut ve iyi bir örnek olarak her zaman akıllarda yer eder ve anımsanır da gelecek yıllarda Taksim Meydanı üzerindeki yasaklar da kaldırılır. Böylelikle 1 Mayıs’lar da artık, tıpkı gelişmiş batı ülkelerinde olduğu gibi, tamamen özgür bir ortamda, renkli ve eğlenceli gösterilerle ve amaçlarına uygun bir şekilde kutlanabilir. Söz tam da bu noktaya gelmişken; işin şu boyutunu önemle belirtmemiz ve vurgulayarak açıkça ifade etmemiz gerekmektedir ki; 1 Mayıs, bir bayram, şenlik ve eğlence günü değildir.
Bu özel ve önemli gün; özellikle sanayi devrimi sonrasında gelişmeye başlayan sendikal hareketlerde, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları için verilen toplumsal mücadelelerde ve özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve insanca bir yaşam ideali uğrunda yaşamını yitirmiş olan sendikacıları ve işçi sınıfı önderlerini anma günüdür. Giderek bu özel gün, işçi sorunlarının ve taleplerinin dile getirildiği, işçilerin birliğinin ve üretimden gelen güçlerinin ve uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma yaparlarsa, bunun karşılığında oluşturabilecekleri enerji ve sinerjinin tüm dünyaya, uluslararası sermayeye ve egemen güçlere somut olarak gösterildiği bir gün haline gelmiştir. Tabii, işin aslı budur. Doğal olarak tüm ritüellerde olduğu gibi, 1 Mayıs ritüelleri de zaman ve süreç içerisinde birtakım değişimlere uğramıştır. Bu durum son derecede normaldir. Ancak işin özü, amacından saptırılır, bu iş sermaye sınıfının istediği gibi tamamen sulandırılır ve sıradan bir bayram, şenlik ve eğlence haline dönüştürülürse ve adeta bir yasak savarcasına geçiştirilirse; bunun hiçbir anlamı kalmaz.
Böyle bir 1 Mayıs kutlamasının da biçimden öteye hiç kimseye hiçbir yararı olmaz. Tabii bu açılardan ülkemize baktığımızda; siyaset sosyoljisi analizleriyle açıklanmaya muhtaç bir dizi çelişkili durumla karşı kaşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Ülkemizde, 2022/1 Mayıs kutlamaları meydanlarda yapılmıştır ama, ne yazık ki bu kutlamalara; işçilerden daha çok 68-78 kuşağından ak saçlı emekliler, doktorlar, mühendisler, avukatlar, iktisatçılar, serbest muhasebeci mali müşavirler gibi üniversite mezunu aydın ve demokrat serbest meslek mensupları, beyaz yakalılar sınıfına giren memur ve öğretmen sendikaları üyeleri, demokratik ve laik cumhuriyete bağlı, çağdaş yaşamayı ilke edinmiş toplumcu ve halkçı Kemalistler, kimi esnaf örgütleri mensupları, bazı çiftçiler, her branştan üniversite mezunu kızlı erkekli işsiz gençler, emekten yana tavır koyan kimi dernekler ve sol tandanslı bazı toplumcu partiler ve partililer katılmışlardır.
Bu katılımcıların yanında 1 Mayısların asıl sahibi olan işçi ve emekçiler çok küçük bir azınlık olarak kalmışlardır. Bir başka söyleyişle ifade edecek olursak, işçi bayramı işçisiz kutlanmıştır. Türkiye’ye özgü bu durumun elbette ki çok çeşitli nedenleri vardır. İlk olarak söylemek gerekirse Türkiye, sanayi devrimini yapamamış ve halihazırda bu devrimi tamamlayamamış bir ülkedir. Bu nedenle, gelişmekte olan ülkeler, yani az gelişmiş ülkeler statüsünde kalmış ve hiçbir zaman güçlü bir işçi sınıfına ve güçlü bir sendikal harekete sahip olamamıştır. Tabii Türkiye’de sendikacılığın hayli uzun bir geçmişi vardır. Ancak bilinen odur ki 1960’ların ikinci yarısından sonra Türkiye’de siyasal iktidarların güdümünde ve kontrolünde, işveren yanlısı sarı sendikacılık yaygınlaşmıştır. Buna tepki olarak ortaya çıkan sınıf temelli devrimci sendikacılık ise 70’li yıllarda bir hayli güçlenmiş ancak, bu sendikalar 1980 Askeri darbesinden sonra kapatılmıştır. Burada sendikacılık yapan sendikacılar ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır.
Bundan sonra da Türkiye’de bir daha hiçbir zaman güçlü bir sendikacılık hareketi var olamamıştır. Günümüzde ise sendikalar, belki de tarihlerinin en zayıf dönemlerini yaşamaktadırlar. Türkiye’nin nüfusu artmakta, işyerlerinin sayısı artmaktadır ama, kayıt dışı işçi çalıştırma dolayısıyla sendikalara kayıtlı işçi sayısı azalmaktadır. Buna bağlı olarak, sendikaların fonksiyonları da azalmaktadır. Ortalama bir hesap yapacak olursak 20 yıl önce Tarsus gibi bir ilçede bile Teksif gibi, Tekstil gibi, Petrol-İş gibi ve Disk Genel-İş gibi güçlü sendikalar mevcuttu ve sendikalara kayıtlı 30 binden fazla işçi bulunuyordu. Bugün Tarsus’ta tek bir sendika yoktur.
Ancak bunların temsilcilikleri vardır. Bunun dışında bazı memur ve öğretmen sendikaları vardır ki. Zaten bunların büyük çoğunluğu siyasal iktidar yanlısı sendikalardır. Türkiye’de ILO anlaşmaları gereğince zorunlu olarak kurulmuş olan memur sendikalarının grev hakkı yoktur. Grev hakkı olmayan bir sendikaya, sendika demek oldukça güçtür. Bunlar olsa olsa bir dernek ya da düşünce kulübü gibi işlev yerine getiren kuruluşlardır. Türkiye’de bu ve buna benzer nedenlerle işçi sınıfı bilincine sahip, işlevsel sendikalarda örgütlenmiş güçlü bir işçi hareketi oluşturulamamıştır. Bunun sonucunda çalışma yaşamında işçiler aleyhine çok büyük bir sömürü düzeni kurulmuştur. Sayılarının 10 milyonlara ulaştığı söylenen işsizler ordusu da bu sömürü düzeninin aynı şekilde sürmesine yardımcı olmaktadır. Ülkemizde son 20 yıldır işçi ve emekçilerin milli gelirden aldıkları pay sürekli olarak azalmaktadır. Bu durum, çoğu asgari ücretle çalışarak sefalet içinde yaşayan işçi ve emekçilerimizin daha da ezilmelerine neden olmaktadır. Ancak ne acıdır ki genel olarak işçiler, bu sömürü düzeninin kendileri lehine değişmesi yönünde herhangi bir tavır ve ağırlık koyamamaktadırlar. Bölünmüş, parçalanmış ve dağılmış bir şekilde mevcut sömürü düzeninin aynı şekilde devam etmesini öylece seyretmektedirler.
Türkiye’de sağlıklı bir demokratik sistemin kurulamamasının en önemli nedenlerinden birisi de işçi sınıfı bilincine sahip güçlü bir işçi kesiminin ve orta sınıfın bulunmamasıdır. Sürdürülebilir olmayan bu sağlıksız durum bir gün mutlaka son bulacaktır. Ve ülkemizde de insan onuruna yaraşır, özgür, adil, en azından yasalar önünde eşit, insanca ve hakça bir düzen mutlaka kurulacaktır. İşte, işçiler ve emekçiler için asıl bayram günü, o gün olacaktır. Demokrat, toplumcu ve halkçı aydınların ve gerçek yurtseverlerin bu özleme duydukları inanç hiçbir zaman azalmayacak aksine daha da artacaktır. Tıpkı toplumcu şairimiz Nazım Hikmet’in o ünlü şiirinde söylediği gibi:
“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
- çürüyen diş, dökülen et -,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…”