
Osmanlı’dan bu yana tarikat ve cemaatler devletin kontrolündedir. Çünkü din, bir toplumu yönetmenin ve manupule etmenin elverişli bir enstrümanıdır. Onca dergâh, tekke, zaviye ve medresenin işlevi ve rolü neydi, devlete rağmen var olabilirler miydi?
Jön Türk neslinin sloganı şuydu “Halkın bilimi din, aydınların dini bilimdir”.
“Kemalistler, dini kurum ve kuruluşları yasaklayıp feshederken, tümüyle milli ideolojinin İslami ideolojiyle hesaplaşması noktasında, yani idealizme karşı materyalizm noktasından hareket etmediler. Çoğu yerde, kültürel ve ideolojik hesaplaşmayı, siyasi iktidar meselesine indirgemiş, bunu da salt iktidar için yapılan mücadele gibi işlevsel bağlamda ele almışlardır.”(*)
Kemalizm’i bir din olarak algılamanın en canlı örneklerinde biri Mustafa Kemal’in 1925’teki Balıkesir gezisinde “Ulu Gazi” diye karşılayan Balıkesirlilere bir konuşma yapan Dr. Galip, M. Kemal’i “Türk peygamberi” olarak ilan eder, aynı zamanda “İrtica ve taassubu artık hortlamamak üzere gömdük. Eğer icap ederse, sen emredersen Paşa, onu daha derine gömmek için, biz Türk çocukları onun lanet yağan mezarı üzerinde toprak olmaya hazırız…” diyordu.(Bkz: Cumhuriyet Gazetesi 10 Ekim 1925) (**)
Oysa Cumhuriyet döneminde kurulan tüm tarikatler de devletin teşvikiyle ve denetimiyle var oldular. Tarikatlerin kurulma noktaları demiryolları ağının olduğu bölgelerdir, yani işçi sınıfının ve sanayinin bulunduğu kentlerden işe başlamaktalar. Demiryolları ağının mimarının Almanya olduğunu hepimiz biliyoruz. Özel harp ve psikolojik harbin üstadı Almanya’nın ülkemizdeki siyasal İslam için gösterdiği çabayı ve katkıyı anlamadan birçok sorunu anlayamayız. Bu ülkenin istihbaratı da dini odakları kurma ve kullanma konusunda hâlâ eski müttefiki Almanya ile ortaktır ve tüm tarikatlerin merkezi Berlin’dir, bu böyle biline. Cumhuriyet döneminde kurdukları tarikatler, önce Çukurova’da kurulur, gelişip serpilip de o bölgeye sığmayınca merkezi İstanbul’a taşınır ve tüm ülkeye yayılırdı. Neden İstanbul’da o kadar çok cüppeli ve sakallı görüyorsunuz, anlaşılıyor sanırım.
Bunun en çarpıcı örneği, Eski Adana müftüsü Erzurumlu Cemalettin Kaplan’ın 12 Eylül darbesinden sonra Almanya’ya gidişi ve orda Kaplancılar tarikatını(bana göre örgütünü) kurması, Kenan Evren’in güya kötüleyerek onun adını zikredip reklamını yapmasıyla güçlenmeleridir. Uğur Mumcu’nun açığa çıkarttığı “Rabıta” olayı da darbecilerin fanatik dinci örgütlerle kirli ilişkilerini deşifre etmişti. Bir başka Erzurumlu, müezzin Fettullah Gülen’in bir küçük devlet memuruyken cemaat kurması, şirketler ve okullar kurması, birçok ülkeye yayılmaları için finans kaynakları ve güvencelerini kimden almışlardı?
Her olaya bilip bilmeden papağan gibi “Amerika yapıyor” diyen düşünme tembelleri, sizin inandığınız, güvendiğiniz güçlerin yapmadığını nerden biliyorsunuz? Siz kurun yetiştirin, birileri kullanmayı başarır.
Yavuz Selim ve İdris-i Bitlisi ile başlayan halk düşmanı ve karanlık siyasetin bir sonucu olarak; yenilikçi, yüzü Batı’ya dönük padişahlardan 3. Selim’i boğduran güç nasıl bir güç ise ve bu ülkede yobaz bir damar o günden bugüne devam ediyorsa, bu gerici gücü salt dış mihraklarla açıklamak, kendimizi körleştirmekten başka bir işe yaramıyor.
Akıllarınca hilafete giden yolda adımlar atan Diyanet İşleri Başkanlığı, o karanlık gücü meşrulaştırma kurumudur. Bizim çürümüşlük dediğimiz bu düzen, kimilerinin ideal devletidir. (BİTTİ)