Türkiye uzun zamandır, içerisine girdiği ekonomik kriz ve çalkantılarla; deyim yerindeyse adeta boğuşuyor. Açın bakın gazeteleri; gazete manşetleri, haberleri ve yorumları hep ekonomi ağırlıklı konulardan oluşuyor. Sosyal medya ve televizyonlar da öyle. Nerdeyse 7/24, ağırlıklı olarak ekonomi programları yapıyorlar. Toplum olarak ekonomiye ve ekonomik sorunlara o kadar odaklanmış haldeyiz ki, ekonomi dışında yakıcı bir gündem maddesi söz konusu olduğunda, bu durumdan ancak, o konuyla ilgili tüm ülkeyi sarsan, büyük ve sansasyonel bir olay meydana geldiğinde haberdar oluyoruz. Geçtiğimiz hafta da yine öyle oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletleri Genel Kurulunda yaptığı konuşmada Türkiye’ye sığınan göçmenleri geri göndermeyeceklerini söylemesi, ardından Milli Eğitim Bakanlığının sorulan bir soruya verdiği resmi cevapta Türkiye’de 700 bin Suriyelinin eğitim gördüğünü açıklaması ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın yaptıkları bir projeksiyona göre, 17 yıl sonra Türkiye’de 20 Milyon sığınmacının yaşıyor olacağı bilgisini paylaşması Türkiye’nin gerçekten de önemli güncel sorunlarından birisi olan göç, göçmenler ve mülteciler sorununu bir kez daha gündeme taşıdı..
Hemen baştan, hiçbir komplekse ve duygusallığa kapılmadan, geçekçi bir şekilde ve açık yüreklilikle belirtmemiz gerekir ki, Türkiye’nin 2011 Yılından itibaren uyguladığı Suriye Politikalarıyla başlayan, günümüze kadar artarak devam eden ve katlanarak geleceğe ertelenen çok büyük bir yabancı göçmenler ya da mülteciler sorunu vardır. Ve ne yazık ki, bu sorunun çözülmesi yönünde bugüne kadar, ülke gerçeklerine ve uluslararası hukuka uygun, planlı, tutarlı, uzun vadeli ve insancıl politikalar ortaya konulamamıştır. Sorunun çözümü uzadıkça ve belirsiz bir biçimde zamana yayıldıkça yabancılar ve yurttaşlar arasındaki kutuplaşmalar, sürtüşmeler ve yer yer ortaya çıkan şiddet olayları artmaktadır.
Meydana gelen bu olaylar ve kamuoyu önünde bugüne kadar yapılan tartışmalar açıkça göstermiştir ki, yetkili kurum ve kuruluşlarca ve ilgili kamuoyunca; ülkemizde yaşanan bu göç olayının ekonomik, siyasal ve sosyolojik boyutlarının tanımlanmasında ve gelecekte ne gibi sakıncalar doğurabileceğinin doğru biçimde ortaya konulmasında çok büyük savsaklamalar, ihmaller ve yanlışlıklar yapılmaktadır. Her şeyden önce konuyu tartışan bazı uzman, gazeteci, akademisyen ve politikacılar arasında kullanılan jargon ve terminoloji konusunda bile bir görüş ve dil birliği sağlanamamıştır. Sorun, ekonomik, siyasal, diplomatik ve sosyolojik olmanın yanında, aynı zamanda bir uluslararası hukuk sorunudur. Bu nedenle, bu olaya ilişkin yapılan tanımlamaların ve kullanılan kavramların; iş diplomasi masasına geldiğinde taşıyacağı anlamlar ve göçmenlere tanıyacağı haklar çok büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, göç konusu tartışılırken kullanılan dile ve kavramlara çok büyük özen gösterilmesi gerekmektedir. Ancak geliniz görünüz ki, bizim ülkemizde; gazetelerde makaleler yazan bazı köşe yazarlarının, her gün televizyonlarda pop yıldızı gibi boy gösteren, her konuda ahkam kesen, hikmeti kendinden menkul kimi malum konuşmacıların, bazı politikacıların ve hatta bazı akademisyenlerin bile göç olgusu ve yabancıların hukukuna ilişkin bazı kavramlar hakkında yeterince bilgi sahibi olmadıkları hatta bazı kavramları da birbirine karıştırdıkları görülmektedir.
Örneğin çoğunlukla, sığınmacı ve mülteci kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Peki o halde Türkiye’deki Suriyeli, Afgan ve öteki yabancıların hukuksal statüsü nedir? Bunlar sığınmacı mı? Mülteci mi? Yoksa göçmen midir? Sözünü ettiğimiz bu terim ve kavramları kısaca şu şekilde açıklamamız mümkündür. Bilindiği gibi, uluslararası hukuka göre; GÖÇMEN: Hem maddi ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye göç eden kişi ve aile bireylerini kapsamaktadır. Esas olarak, ülkesinden zulme uğrayacağından haklı nedenlerle korktuğu için değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak tanımlanabilir. Göçmenler, vatandaşı oldukları ülkelerin korumasından yararlanmaya devam ederlerken, daha iyi bir yaşam standardına kavuşabilmek için, kendi istekleri ile bu yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukların bir kısmı pasaport, vize gibi yasal belgelerle düzenli bir halde yapılırken, bazıları ülkelerin yasal sistemlerine aykırı bir şekilde düzensiz olarak da yapılabilir. DÜZENSİZ GÖÇMEN: Göç ettiği ülkeye o ülkenin yasalarını ihlal ederek giriş yapan, ülkede kalmak için yasal hakkı bulunmayan, ülkenin yasalarını ihlal ederek çıkış yapan kişilere denir. MÜLTECİ: Vatandaşı olduğu ülke dışında olan ve “ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı nedenlerle korktuğu” için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyen kişiler şeklinde tanımlanmaktadır. SIĞINMACI: Mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişilere denir. Bu terim genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılır. Statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacılar kendi ülkelerine zorla geri gönderilemezler ve yasal haklarının da korunması gerekir.
VATANSIZ (HAYMATLOS): kendi yasalarının işleyişi içinde hiçbir devlet tarafından vatandaş olarak sayılmayan kişiler için kullanılan bir terimdir. Türkiye’nin uluslararası sözleşmeler karşısındaki durumunu ise şu şekilde özetlemek mümkündür. Türkiye, “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi”ni 1961 tarihinde onaylamıştır. 1967 yılında ise, Cenevre Sözleşmesi’nden ayrı olarak “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol”ü de imzalamıştır. Ancak Türkiye, Cenevre Sözleşmesi ile düzenlenen coğrafi sınırlama ilkesini sürdürme yolunu seçmiştir. Türkiye’de bu kavramlar “2014 tarihli, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”nda düzenlenmiştir. BU KANUNA GÖRE TÜRKİYE; AVRUPA DIŞINDAN GELENLERİ MÜLTECİ OLARAK KABUL ETMEMEKTEDİR. Ülkemizde, Avrupa dışından gelenlerin üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mülteci statüsünde geçici olarak Türkiye’de kalmalarına izin verilmektedir. Uluslararası koruma arayan yabancılar Türkiye’ye adım attıklarında “mülteci veya şartlı mülteci statülerini” almak için başvurmaktadırlar. Bu kişilerin statüleri verilene kadar kendilerine “uluslararası koruma başvuru sahibi” denilmektedir. TÜRKİYE HUKUK SİSTEMİNDE SIĞINMACI KAVRAMI YOKTUR. BU NEDENLE; TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER “GEÇİCİ KORUMA” STATÜSÜNDEDİRLER. GEÇİCİ KORUMA: Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara sağlanan koruma şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre; 6458 sayılı yasa kapsamında yayınlanan Geçici Koruma Yönetmeliği gereğince; Suriye’den Türkiye’ye gelen “kayıt altındaki” kişilerin hukuksal statüleri “Geçici Koruma” statüsüdür. Bu kişiler bireysel bir prosedür olan “şartlı mülteci statüsü” için başvuru yapamazlar. Yasal ve doğal olarak bu kişilerin kendi ülkelerinden bizim ülkemize gelmelerine neden olan tehdit ortadan kalktıktan sonra bu kişilerin kendiliğinden kendi ülkelerine geri gitmeleri veya gönderilmeleri gerekmektedir. Ancak bizim ülkemizde kimi Suriyelilere çeşitli vesilelerle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmektedir. Böyle bir uygulama öteki Suriyeliler için özendirici olmaktadır. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’deki Suriyelilerin hemen hemen tamamına yakını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını elde etmek ve bu şekilde çifte vatandaşlık haklarından yararlanabilmek için büyük bir çaba sarfetmektedirler. Afgan göçmenlerin durumu ise daha farklıdır. Bunlar, düzensiz göçmen statüsündedirler. Bu nedenle, Uluslararası Hukuka göre, Türkiye’nin bunları hiç bekletmeden sınır dışı ederek geldikleri ülke olan İran’a gönderme hakkı bulunmaktadır. İçinde yaşadığımız şu günlerde üzerinde çokça konuşmaya başladığımız göç olgusu, insanlık tarihi kadar eskidir. Bir başka söyleyişle insanlık tarihi bir yönüyle de göçler tarihi olarak tanımlanmaktadır. Bazı göçler, tarihte silinemeyecek derin izler bırakmıştır. Tarihin akışının değişmesine neden olmuştur.
Tarihte bilinen en eski yerleşim yerlerinden birisi olan Kadim Anadolu da tarih boyunca çok çeşitli göç olaylarına sahne olmuştur. Günümüzde karşı karşıya kaldığımız Suriyelilerin Türkiye’ye yapmış oldukları göç hareketleri de tarihteki en büyük göç hareketlerinden birisidir. Türkiye’ye bunlardan başka, başta Afganlar olmak üzere çok çeşitli Orta-Doğu ülkelerinden de göçler olmaktadır. Ayrıca, yabancılara konut satışı yoluyla verilen vatandaşlık sayısı da 100 bini aşmıştır. Bu göç hareketlerinin ve yabancılar politikasının nasıl sonuçlar doğuracağını elbette ki tarih yazacaktır? Planlı bir şekilde karşılanamayan, kayıt ve kontrol altına alınamayan göçlerin yıkıcı etkileri olabilmektedir. Göçler, başta ekonomik olmak üzere, çok çeşitli siyasal, yönetsel, sosyal, kültürel ve ahlaki sorunlara ve bazı asayiş sorunlarına neden olabilmektedir. Milli gelirden kişi başına düşen payın azalması nedeniyle yoksullaşmayla sonuçlanabilmektedir. Türkiye’nin bugüne kadar, dünya gerçeklerine uygun, ülke ve toplum çıkarlarını gözeten, planlı, sistemli, tutarlı ve uzun vadeli bir göç ve göçmen politikalarını geliştirememiş olması; çok önemli ve çok büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Başta bulunan AKP İktidarı, bazen yabancıları ülkelerine göndereceğini, bazen de ensar olarak bunların tamamını ülkemizde misafir edeceğini açıklamaktadır. Böylece, çelişkili ve ikircikli bir politika izlemektedir. Bazen de hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan “Briket Ev” gibi palyatif çözümlerden bahsedilmektedir. Kamuoyunda, yabancıların ülkelerine gönderilmeleri konusunda çok büyük bir beklenti oluşmuştur.
Ancak, bu konu çok hassas bir konudur. Konuyu bahane ederek ırkçı, şoven ve faşizan yaklaşımların gelişmesine ve uluslararası hukukun gösterdiği yolların dışına çıkılmasına asla izin verilmemelidir. İşte, bu ve benzeri nedenlerle, işe öncelikle bu göç, göçmen ve mülteci politikalarının oluşturulmasıyla başlanmalıdır. Başta Afgan göçü olmak üzere ülkemize yönelik olan tüm göç hareketleri kontrol altına alınarak durdurulmalıdır. Yoksa, bu çeşit göç hareketlerinin ortaya çıkarabileceği ekonomik ve sosyal sakıncaları ortadan kaldırabilmek için çok uzun yıllar boyunca uğraşmak zorunda kalmamız, boşu boşuna çok büyük kaynaklar harcamamız ve ağır bedeller ödememiz kaçınılmaz hale gelebilecektir.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL