Günlük yaşamın alışılagelmiş ve tekdüze koşuşturmacaları arasında, pek çok güncel sorunun üstesinden gelmek için didinip dururken; zamanın o geriye döndürülemez ve hep ileriye doğru akışı içerisinde farkına varmadan; bir de bakmışsınız ki, bütün bu tekdüze koşuşturmacalarımıza nokta koyacağımız ve günlük yaşantımızı, birkaç günlüğüne de olsa farklı bir programla ve farklı ritüellerle yaşayacağımız bayram günleri gelip de çatıvermiş. 15 Haziran Cumartesi günü arife, 16 Haziran Pazar günü ise Kurban Bayramı başlıyor. Tabii bayramın yaklaşmasıyla birlikte kullanmaya başladığımız bir de bayram jargonumuz var. Yıllardır kullandığımız bu jargondaki bazı kavramların, yerli yerinde ve doğru biçimde bilinmesinde yarar vardır diye düşünüyorum. Bayram sohbetlerinde sıklıkla kullandığımız Arefe ya da arife sözcüğü, Arapça kökenli dinsel bir kavramdır.
Aslında tam da Kurban Bayramı’yla ilgilidir. Aslen hicrî kamerî Zilhicce ayının 9. Gününe arefe günü adı verilmektedir. Ve bugün Kurban Bayramı'ndan önceki, terviye gününden sonraki güne verilen addır. Ancak zamanla, bu sözcüğe yüklenen anlam değişmiş ve Ramazan Bayramından bir önceki gün için de arefe sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde, herhangi bir dinî bayramdan önceki gün olarak tanımlanmaktadır. Bunun yanı sıra herhangi bir şeyden önceki gün anlamında da kullanılmaktadır. Antropolojik, sosyolojik ve folklorik açılardan ele alındığında ise bayram kavramının çok önemli toplumsal işlevleri olduğu görülmektedir. Bayram niteliğindeki sosyal etkinliklerin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanoğlunun bilinen en eski çağlardan beri, kimi zaman tapınma, kimi zaman eğlenme, kimi zaman kutlama ve belirli günlerin yıldönümleri, kişileri ve önemli olayları anma amacıyla çeşitli sosyal etkinlikler düzenledikleri bilinmektedir.
Bu etkinliklere; yerine, zamanına ve niteliğine göre; ayin, ritüel, tören, anma, karnaval, festival, fiesta, faşing, şenlik ve bayram gibi adlar verilmiştir. Türkler, Müslümanlığı kabul etmeden önce, mevsim dönüşümlerini esas alan kimi tören ve şenlikler düzenliyorlardı. Ancak Müslümanlığı kabul ettikten sonra Ramazan ve Kurban Bayramları en önemli bayramlar haline gelmiştir. “Bayram” sözcüğünün kökeni Farsçadır. Ünlü “Divan-ı Lügatü't-Türk” adlı yapıtın yazarı Kaşgarlı Mahmud’a göre “bayram” sözcüğü Farsça “berzem/berzam” sözcüğünden gelmektedir. Berzem, “yiyip içme, konuşup eğlenme meclisi” anlamına gelen “bezm” ile “hoş ve sevinçli” anlamını taşıyan “ram” sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Sözcük zamanla bazı seslerini kaybederek “bayram”a dönüşmüştür. Arapçada ise bayram sözcüğünün karşılığı “i(y)d”dir.
Ve bu sözcük “geri dönmek” anlamına gelen “ivd” kökünden gelmektedir. İbnü’l Arabi gibi bazı lügatçiler “bayramın her yıl kutlanması” ile “dönmek” eylemi arasında bir bağıntı kurmuşlardır. İslam dininin kabul edilmesinden önce Mekke ve Medineliler, İranlı Zerdüştlerden aldıkları iki bayramı kutlarlardı. Bunlardan birincisi ilkbaharın müjdecisi olan Nevruz ve ikincisi ise sonbaharın habercisi olan Mihrican bayramlarıydı. Bazı rivayetlere göre Hazreti Muhammed, Hicret’in (MS 622) ikinci yılından itibaren bu bayramları şu iki bayramla değiştirdi: Oruçla geçirilen Ramazan ayını takip eden Şevval ayının ilk üç günü kutlanan Ramazan Bayramı ile Hicri yılın son ayı olan Zilhicce ayının 10’uncu gününden itibaren dört gün kutlanan Kurban Bayramı.
Bazı yazılı kaynaklarda Orta Asya’da yaşayan Oğuzlar’ın "sevinç ve eğlence günü" karşılığı olarak Arapçada kullanılan "îd" sözcüğü yerine bayram sözcüğünü kullandıkları belirtilmektedir. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ise bayram sözcüğü; Millî veya dinî bakımlardan önemi olan ve özel olarak kutlanan gün veya günler ve sevinç ve neşe olarak tanımlanmaktadır. Kurban Bayramı’na gelince; çoğu kimse, kurban geleneğinin İslamiyet’le birlikte başladığını düşünmektedir. Ama, Tanrılara ya da bir inanç uğruna çeşitli amaçlarla kan akıtma ritüelleri olarak adlandırabileceğimiz canlıların kurban edilmesi geleneğinin kökenleri de tıpkı bayram kavramı gibi insanlık tarihi kadar eskidir. Çeşitli kaynaklar, dilimizde de yer alan kurban sözcüğünün aslının, Sami Diller grubuna ait bir dil olan İbranice kökenli “korban” sözcüğü olduğunu, oradan Aramice ve Arapça’ya; Arapça’dan da Türkçe’ye “kurban” şeklinde geçtiğini belirtmektedirler.
Peki günümüze kadar çok çeşitli değişiklikler geçirerek gelen kurban ritüelinin efsanevi mitolojik öyküsü nasıl ortaya çıkmıştır? Denebilir ki, tanrıya veya tanrılara kurban etme ritüeli, İslam’ın kendine özgü inançlarından birisi değildir. Bu ritüelin, çok daha eski tarihlere, çok tanrılı, pagan dinlere, antik dönemlere kadar dayanan uzun bir geçmişi vardır. İslamiyet öncesi çok tanrılı inançlarda, putperestlikte var olan bazı tapınma şekilleri ve tanrıyla yakınlık kurma davranışları bir şekilde İslam’ı da etkilemiştir. Kısaca özetleyecek olursak; İslam inanışındaki Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etme öyküsü, oğlu İsmail’i, dua edip adak adadığı Allah’a kurban etmesiyle başladığı düşünülen bir ritüeldir. Bilinen öyküdür. Hazreti İbrahim, bir oğlan çocuk istemektedir. Bunun için sürekli dua etmektedir. Bir gün Cebrail gelir ve ona bir erkek evlat sahibi olacağını müjdeler. Hazreti İbrahim bu olaya çok sevinir. Ancak gelin görün ki oğlu doğduktan birkaç yıl sonra rüyalarında İsmail’i Allah için kurban ettiğini görmeye başlamıştır. Bildiğiniz gibi, inanışa göre, Peygamberlerin rüyaları vahiy niteliğindedir.
Hz. İbrahim, en sonunda tekrarlanan bu rüyaları daha fazla göz ardı edemez ve gördüklerini oğluna anlatır. Küçük yaşına rağmen büyük bir inanç, bilinç ve hikmet sahibi olan Hz. İsmail ise, “Sana emrolunan şeyi yap baba. Şüphesiz beni sabredenlerden bulacaksın,” der. Kutsal kitapta bu olay Sâffât suresinin bir bölümünde şöyle anlatılmaktadır: “İbrahim Aleyhisselâm oğlunu alnı üzerine yatırdı. Hadise Mina’da vuku bulmuştur. Bıçağı boğazına sürdü. Ama bıçak, kudreti ilâhiyyeden bir mâni sebebiyle hiç kesmedi. Biz de ona şöyle seslendik. Ey İbrahim! Gerçekten sen rüyana (emredileni yerine getirmeye azmetmek suretiyle) sadakat gösterdin. Bu sana yeter. Şüphe yok ki Biz, emre tam olarak uymakla nefislerine iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak ki bu, açık bir sınavdı. Ve ona (boğazlamak ve emredilen işi yerine getirmek üzere) büyük bir koçu çocuğun yerine fidye verdik. (Sâffat Suresi-99. ve 107. Ayetler)” şeklinde anlatılmaktadır. Kurbanın ise, kutsal kitapta anlatılan bu olayın anısına kesildiğine inanılmaktadır. Aynı olay, Musevilerin kutsal kitabı Tevrat’ta da üç aşağı, beş yukarı aynı şekilde anlatılmaktadır. Şu kadar farkla ki, Tevrat’taki öyküde kurbanlık olarak adak yapılan oğul, İbrahim Peygamberin birinci karısı Sara’dan olma ikinci oğlu İshak’tır. Müslümanlardan farklı olarak Museviler buna inanmaktadır. Kurban olarak adanan oğulun cariye Hacer’den olma İsmail mi, yoksa Sara’dan doğma İshak mı olduğu sorunu Müslümanlar ve Museviler arasında bugün bile çözümlenememiş tartışmalı bir konudur.
Tevrat’ta ayrıca kurbanın nasıl kesileceğine ilişkin ayrıntılı açıklamalara da yer verilmiştir. Ancak Musevi din adamları, kutsal kitaplarında var olmasına rağmen Roma sürgününden sonra kurban kesmenin fiziki şartlarının ortadan kalktığı gerekçesiyle kurban kesme ritüelini ortadan kaldırma kararı almışlardır. Museviler, o günden beri kurban kesme geleneğinden vazgeçmişlerdir. Hristiyanlıkta ise; Hazreti İsa’nın bütün insanlık için kendisini kurban ettiğine inanıldığı için zaten kurban kesme geleneği yoktur. Müslümanlıkta ise; kimi Kur’an yorumcuları, kurban kesmenin yalnızca hac ibadetini yerine getirenler için Mekke şehrinde farz olduğunu; bunun dışındaki ve hali vakti yerinde olmayan Müslümanlar için farz olmadığını belirtmişlerdir. Bu nedenle, kanaatimce herkesin kayıtsız şartsız kurban kesmesi gibi bir durum söz konusu değildir. İnsanlar, dini inançlarından, vicdani kanaatlerinden, görüş ve düşüncelerinden, örf, adet ve geleneklerinden kolay kolay vazgeçememektedirler. Yaşanan on binlerce yıllık deneyimler bunu göstermektedir. Kurban kesme geleneği de aradan geçen on binlerce yıllık süreçte çeşitli değişimlere uğramış olmasına rağmen günümüze kadar gelebilmiştir. Ancak günümüzde, özellikle ülkemizdeki kurban kesme uygulamaları çeşitli çelişkili durumlara ve eleştirilere konu olmaktadır.
Aynı günde, milyonlarca hayvanın açık alanlarda canlı canlı boğazlanması, Türkiye’nin de taraf olduğu “Avrupa Hayvan Hakları Sözleşmesi”ne açıkça aykırı ve çelişkili bir durum yaratmaktadır. Ayrıca, kurban kesimini izleyen günlerde denizlerin, göllerin, ırmak ve nehirlerin günlerce kanla çalkalanması ve kanlı kanlı akması çok çeşitli kesimler tarafından eleştiri konusu yapılmaktadır. Günümüzde Kurban Bayramı’nın anlamı, özü ve içeriği değişime uğramıştır. Günümüzün bayramları artık bir izin günü ya da tatil fırsatı olarak anlaşılmaktadır. Deyim yerindeyse adeta büyük bir “kurbanlık sektörü” oluşmuştur. Bazı mağaza zincirleri, taksitle kurbanlık pazarlama yarışına girişmişlerdir. Hayır Kurumu adı altında faaliyet gösteren bazı gruplar, milyarlık televizyon ve billlboard reklamlarıyla vekaleten kurban kesme kampanyaları düzenlemektedirler.
Ancak bunlara karşı büyük bir güven bunalımı ortaya çıkmıştır. Bazı tarikat ve cemaatler, gücü olan olmayan herkesi kurban kesmeye özendirmektedirler. Kıyasıya giriştikleri kurban derisi toplama yarışıyla ciddi oranlarda rant devşirmeye çalışmaktadırlar. Ne yazık ki, bu kuruluşların ciddi bir denetimi de yapılmamaktadır. Azımsanamayacak ve görmezden gelinmeyecek kadar çok sayıda kişi, göstermelik olarak kestiği kurbanı dağıtmadan ve kurbanın amacına uygun paylaşımını yapmadan kurban etlerini derin dondurucularda ve buzdolaplarında depo etmektedir. Milyonlarca büyük ve küçükbaş hayvanın aynı günde kesilmesi nedeniyle ülkemizin hayvan varlığında çok büyük bir boşluk meydana gelmektedir. Ortaya çıkan bu boşluk kısa sürede telafi edilememektedir. Bu durum hayvancılığımızı ve et fiyatlarını olumsuz yönde etkilemektir. Adı üstünde bayram, neşe, sevinç ve eğlence demektir. Ancak ülkemizin ve birey olarak bizlerin karşı karşıya kaldığımız sıkıntılar çok büyüktür. Ülkemizde çok uzun bir süreden beri yüksek seviyelerde seyreden enflasyon, yoksul ve dar gelirli kesimlerin, işçi, memur ve emeklilerin adeta belini bükmektedir. Ne yazık ki, maaş ve ücretlerde son yapılan artışlar da yeterli olmamıştır. Yetenekli genç beyinler, doktorlar, mühendisler gibi, ülkemizin iyi eğitilmiş insan gücü, geleceğini kurtarabilmenin telaşı içerisinde akın akın yurt dışına göç etmektedir.
Ülkemizi kasıp kavuran ağır bir ekonomik kriz yaşanmaktadır. İşsizlik yaygınlaşmış, yurttaşlar borç bataklığına saplanmış ve günden güne kapanan işyerleri adeta toplumsal bir felakete dönüşmüştür. Rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük ve partizanlık gibi yozlaşmalar, halkın siyaset kurumuna duyduğu güvenin sarsılmasına neden olmuştur. Kamusal olanakların kişisel çıkar için kötüye kullanılması yaygınlaşmıştır. Suç oranları ve intiharlar artmıştır. Toplumumuzda büyük bir ahlaki çöküntü, yozlaşma ve bazı alanlarda çürüme yaşanmaktadır. Döviz kurlarının yükselmesi ve temel gıda fiyatlarının aşırı derecede pahalılaşması nedeniyle ülkemizdeki derin yoksulluk giderek daha da yaygınlaşmaktadır.
Burada sayamayacağımız bunlara benzer daha pek çok toplumsal sorunlarımız vardır. İşin kötü tarafı bu sorunların kısa sürede çözüleceğine olan inancımız da oldukça zayıflamıştır. Küçük bir mutlu azınlık dışındaki insanlarımız bu sorunlarla uğraşmaktan yorgun düşmüştür. Böyle bir ortamda kimsede bayram yapacak hal ve motivasyon kalmamıştır. Bu durumda insanın aklına ister istemez Urfalı halk müziği sanatçımız Cemil Cankat’ın, bayram sevincine katılamayacak kadar dertli ve kederli insanların duygularını dile getirdiği ünlü “Bayram gelmiş neyime anam anam garibem// Kan damlar yüreğime anam anam garibem” uzun havasını mırıldanmaktan başka bir şey gelmiyor. Acı gerçekler bu merkezdedir ama, her şeye karşın yine de bayramın sevinci ve neşesine katılmamız ve bayramın gereklerini yerine getirmemiz gerekmektedir diye düşünüyorum. Tüm halkımızın ve insanlık aleminin Kurban Bayramı kutlu olsun. Saygıdeğer okurlarımıza her günü bayram tadında geçen sağlıklı ve mutlu günler diliyorum.
MEÜ E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL